top of page


PODCAST
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings


7.SANAT

LEONARDO DICAPRIO VE THE WOLF OF WALL STREET
Leonardo DiCaprio'nun The Wolf of Wall Street (2013) filmindeki performansı, kesinlikle sinemanın unutulmaz anlarından biri olarak tarihe geçmiştir. Martin Scorsese'nin yönetmenliğinde, DiCaprio’nun Jordan Belfort karakteriyle yaptığı bu rol, sadece hırs ve çılgınlıkla değil, aynı zamanda bir insanın nasıl yozlaşabileceğinin en sert ve etkileyici şekilde anlatıldığı bir başyapıttır. Belki de DiCaprio’nun en iyi performanslarından biri ve belki de en çok izlediğim film.
Jordan Belfort, Wall Street’te zirveye tırmanan, ancak ahlaki değerleri ayaklar altına alan bir karakterdir. DiCaprio, bu karakteri o kadar etkileyici bir şekilde canlandırıyor ki, izleyici ister istemez ona hayran kalıyor, ama bir yandan da ona duyulan bu hayranlık biraz korkutucu oluyor. Her bir diyalog, her bir bakış, onun hırsla yanan ruhunun bir parçası gibi. DiCaprio, Belfort'un hem karizmasını hem de çürümüşlüğünü mükemmel bir şekilde harmanlayarak, izleyiciyi bir yanda güldürürken, diğer yanda onun trajik bir figür olduğunu düşündürür.
DiCaprio’nun performansı, sadece bir gösteriş değil, bir tutku ve çılgınlık patlamasıdır. Filmin başından sonuna kadar, o kadar yüksek bir tempo tutturuyor ki, neredeyse izleyicinin nefesini kesiyor. Jordan Belfort’un başına gelen her yeni olay, ona olan hayranlığımızı ve tiksintimizi aynı anda körüklüyor. Hırs, açgözlülük ve bencillik gibi negatif özellikler, DiCaprio’nun yorumuyla daha da büyüyüp görünür hale geliyor. Ama işin garip tarafı şu ki, karakterin tüm çürümüşlüğüne rağmen ona duyulan bir tür çekim gücü de var.
Belfort’un borsa dünyasında yaptığı sahtekârlıklar, insanları sömürmesi, uyuşturucu ve seksle yoğrulmuş yaşam tarzı… Bunlar gözler önüne serilirken DiCaprio'nun oyunculuğu, bunları sanki birer eğlenceli oyun gibi sunuyor. Bir tarafta içsel bir çöküş, diğer tarafta ise karizmatik bir lider gibi öne çıkmak, DiCaprio’nun başarısının sırrıdır. Onun performansı, adeta bir tezatlar oyunudur: Hem sevilen, hem de tiksinilen, hem komik hem de trajik bir karakteri hem yücelten hem de onu yıkıma sürükleyen bir güç gibi.
Bu filmde, DiCaprio’nun başrolde olduğu her sahne, izleyicinin aklında bir iz bırakıyor. Filmin en çarpıcı anlarından biri, Belfort’un yaptığı her şeyin sonuçlarına rağmen, hala kazanmaya devam ettiği andır. DiCaprio'nun bu kadar karizmatik bir şekilde hırsın zirvesini oynaması, karakterin kimliğiyle özdeşleşiyor ve filmi izleyen herkesin zihnine kazınıyor.
DiCaprio’nun bu filmdeki başarısını değerlendirmek, onun oyunculuk kariyerinin zirve noktalarından biri olarak kabul edilebilir. Belfort karakteri, DiCaprio'nun sadece bir oyuncu olarak değil, aynı zamanda sinemada insanın karanlık yönlerini keşfetme becerisinin de bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Hem vicdanlı bir insan olarak hem de ona hayran kalırken bir yandan da onunla özdeşleşmeye çalışan bir izleyici olarak, bu karakterin derinliklerine inmek gerçekten etkileyici bir deneyim.
Sonuçta, DiCaprio'nun The Wolf of Wall Street performansı sadece hırsın, paranın ve yozlaşmışlığın çılgınca yükselişini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda bir insanın içsel boşluğunu, tatminsizliğini ve bu süreçteki yalnızlığını gözler önüne seriyor. Ve işte bu yüzden, filme olan sevgim, yalnızca filmdeki absürd sahnelerle değil, DiCaprio'nun o karakteri ne kadar zekice ve derinlemesine işlediğiyle de pekişiyor.
Jordan Belfort, Wall Street’te zirveye tırmanan, ancak ahlaki değerleri ayaklar altına alan bir karakterdir. DiCaprio, bu karakteri o kadar etkileyici bir şekilde canlandırıyor ki, izleyici ister istemez ona hayran kalıyor, ama bir yandan da ona duyulan bu hayranlık biraz korkutucu oluyor. Her bir diyalog, her bir bakış, onun hırsla yanan ruhunun bir parçası gibi. DiCaprio, Belfort'un hem karizmasını hem de çürümüşlüğünü mükemmel bir şekilde harmanlayarak, izleyiciyi bir yanda güldürürken, diğer yanda onun trajik bir figür olduğunu düşündürür.
DiCaprio’nun performansı, sadece bir gösteriş değil, bir tutku ve çılgınlık patlamasıdır. Filmin başından sonuna kadar, o kadar yüksek bir tempo tutturuyor ki, neredeyse izleyicinin nefesini kesiyor. Jordan Belfort’un başına gelen her yeni olay, ona olan hayranlığımızı ve tiksintimizi aynı anda körüklüyor. Hırs, açgözlülük ve bencillik gibi negatif özellikler, DiCaprio’nun yorumuyla daha da büyüyüp görünür hale geliyor. Ama işin garip tarafı şu ki, karakterin tüm çürümüşlüğüne rağmen ona duyulan bir tür çekim gücü de var.
Belfort’un borsa dünyasında yaptığı sahtekârlıklar, insanları sömürmesi, uyuşturucu ve seksle yoğrulmuş yaşam tarzı… Bunlar gözler önüne serilirken DiCaprio'nun oyunculuğu, bunları sanki birer eğlenceli oyun gibi sunuyor. Bir tarafta içsel bir çöküş, diğer tarafta ise karizmatik bir lider gibi öne çıkmak, DiCaprio’nun başarısının sırrıdır. Onun performansı, adeta bir tezatlar oyunudur: Hem sevilen, hem de tiksinilen, hem komik hem de trajik bir karakteri hem yücelten hem de onu yıkıma sürükleyen bir güç gibi.
Bu filmde, DiCaprio’nun başrolde olduğu her sahne, izleyicinin aklında bir iz bırakıyor. Filmin en çarpıcı anlarından biri, Belfort’un yaptığı her şeyin sonuçlarına rağmen, hala kazanmaya devam ettiği andır. DiCaprio'nun bu kadar karizmatik bir şekilde hırsın zirvesini oynaması, karakterin kimliğiyle özdeşleşiyor ve filmi izleyen herkesin zihnine kazınıyor.
DiCaprio’nun bu filmdeki başarısını değerlendirmek, onun oyunculuk kariyerinin zirve noktalarından biri olarak kabul edilebilir. Belfort karakteri, DiCaprio'nun sadece bir oyuncu olarak değil, aynı zamanda sinemada insanın karanlık yönlerini keşfetme becerisinin de bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Hem vicdanlı bir insan olarak hem de ona hayran kalırken bir yandan da onunla özdeşleşmeye çalışan bir izleyici olarak, bu karakterin derinliklerine inmek gerçekten etkileyici bir deneyim.
Sonuçta, DiCaprio'nun The Wolf of Wall Street performansı sadece hırsın, paranın ve yozlaşmışlığın çılgınca yükselişini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda bir insanın içsel boşluğunu, tatminsizliğini ve bu süreçteki yalnızlığını gözler önüne seriyor. Ve işte bu yüzden, filme olan sevgim, yalnızca filmdeki absürd sahnelerle değil, DiCaprio'nun o karakteri ne kadar zekice ve derinlemesine işlediğiyle de pekişiyor.

STANLEY KUBRICK
Stanley Kubrick, sinema tarihinin en önemli ve etkileyici yönetmenlerinden biri olarak kabul edilir. 26 Temmuz 1928’de New York’ta doğan Kubrick, film yapımındaki yenilikçi yaklaşımı, görsel ve tematik derinliği, anlatım tarzı ile tanınır. Onun sineması, hem teknik açıdan hem de içerik açısından devrim niteliği taşır. Her filmi, dönemin ötesine geçerek, zamanla sinema dünyasında çok büyük bir etki bırakmıştır.
Kubrick, genellikle insanların doğası, toplumsal yapılar, teknolojinin insan yaşamına etkisi, savaş, korku ve varoluşsal temalar gibi derin ve karmaşık konuları işler. Sinemasındaki soğukkanlılık, zarif görsellik, sembolizm, katmanlı anlatılar ve ince psikolojik çözümlemelerle tanınır. Her bir filmi, dönemin sinemasından farklı olarak, kendine has bir dil yaratmıştır.
En Bilinen Filmleri:
2001: A Space Odyssey (1968)
2001: A Space Odyssey, Kubrick'in sinemasının en yüksek noktalarından biri olarak kabul edilir ve modern sinemanın en önemli yapımlarından biridir. Arthur C. Clarke’ın hikâyesinden uyarlanan bu film, insanlık tarihinin başlangıcından uzay keşfine kadar olan süreci ve gelecekteki potansiyel evrimsel adımları ele alır. Film, görsel anlatımı, minimal diyalogları ve felsefi derinliğiyle sinema tarihinde bir dönüm noktası oluşturur. HAL 9000 gibi unutulmaz bir yapay zekâ karakteri, filmin en ikonik unsurlarından biridir. Kubrick, insanlık, bilinç ve evrenin gizemi üzerine düşündürürken, görsel ve işitsel anlamda çığır açıcı bir dil yaratmıştır.
A Clockwork Orange (1971)
A Clockwork Orange, Anthony Burgess’in aynı adlı romanından uyarlanmış ve Kubrick’in toplumsal düzen, şiddet ve bireysel özgürlük üzerine tartışmalarını sinemaya aktardığı bir başyapıttır. Malcolm McDowell’ın Alex karakterini canlandırdığı film, gençlik suçları ve devletin kontrolü altındaki bireylerin zihinlerinin şekillendirilmesi gibi temalarla derin bir psikolojik inceleme sunar. Kubrick, filmdeki şiddet sahnelerini ve müzik kullanımıyla sinemada normlara karşı çıkmıştır, bu da filmi hem tartışmalı hem de ikonik bir hale getirmiştir.
The Shining (1980)
The Shining, Kubrick’in korku sinemasındaki en büyük başyapıtlarından biridir. Stephen King’in romanından uyarlanan bu film, Jack Nicholson’ın canlandırdığı Jack Torrance karakterinin, izole bir otelde akıl sağlığının bozulmasıyla ailesine ve kendine karşı ne kadar tehlikeli hale geldiğini anlatır. Kubrick, gerilimli atmosferi, psikolojik korkuyu ve özgün görsel tarzı ile bu filmi, korku türünün en önemli örneklerinden biri haline getirmiştir. Özellikle “Here’s Johnny!” repliği ve filmdeki sembolizm, sinema tarihine damgasını vurmuştur.
Full Metal Jacket (1987)
Full Metal Jacket, Kubrick’in Vietnam Savaşı’na dair gerçekleştirdiği keskin bir eleştiridir. Film, askeri eğitimi ve savaşın dehşetini iki farklı bölümde işler. İlk bölümde, jokerin askerlik eğitimi süreci; ikinci bölümde ise savaşa katılımının ardından yaşananlar anlatılır. Kubrick, savaşın insan üzerindeki psikolojik etkilerini ve insan doğasındaki vahşiliği derinlemesine ele alır. Filmdeki sert diyaloglar ve sert gerçekçilik, Kubrick’in tarzını en iyi şekilde yansıtan unsurlardır.
Barry Lyndon (1975)
Barry Lyndon, Kubrick’in en estetik açıdan dikkat çeken ve görsel açıdan olağanüstü filmlerinden biridir. 18. yüzyılda geçen bu epik drama, Redmond Barry adlı bir adamın yükselişi ve düşüşünü anlatırken, dönemin görsel zenginliklerini ve lüksünü ustaca yansıtır. Filmde kullanılan doğal ışık ve yavaş çekim sahneleri, Kubrick’in sinemada detay ve atmosfer yaratma konusundaki mükemmeliyetçi yaklaşımını sergiler. Barry Lyndon’un uzun çekimleri ve planları, sinemanın bir sanat olarak algılanmasında önemli bir yer tutar.
Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (1964)
Dr. Strangelove, Kubrick’in kara mizah ve savaş eleştirisini ustaca harmanladığı bir başyapıttır. Soğuk Savaş dönemi endişeleri ve nükleer savaşın getirdiği tehditler üzerine yapılan bu film, siyah komedi tarzıyla izleyiciyi hem güldürür hem de düşündürür. Peter Sellers’ın birden fazla karakteri canlandırması ve filmdeki absürd mizah, sinemanın en etkileyici komedi örneklerinden biridir.
Sinemadaki Mirası:
Stanley Kubrick’in sinemaya kattığı en büyük miras, görsel dilindeki yenilikçilik, anlatının derinliği ve sürekli olarak izleyiciye meydan okuyan yaklaşımıdır. Her filmi, sinema sanatı için bir öğrenme süreci olmuş, görsel estetik ve anlam derinliği açısından sinema dilinin sınırlarını zorlamıştır. Kubrick, filmlerinde yalnızca bir hikâye anlatmakla kalmaz, aynı zamanda seyirciyi etkilemek, düşündürmek ve rahatsız etmek gibi bir amaca da hizmet eder. Film yapımındaki titizliği ve mükemmeliyetçi yaklaşımı, onu sinemanın gerçek bir dehası yapmıştır.
Kubrick’in etkisi, sadece film yapımcılarını değil, aynı zamanda tüm sinema dünyasını etkilemiş ve onun eserleri, sinema tarihindeki en önemli başyapıtlar olarak kalmıştır. Özellikle görselliğin ve derin psikolojik temaların ön plana çıkması, Kubrick’i eşsiz bir yönetmen yapmıştır. O, sinemada hem bir sanatçı hem de bir bilim adamı gibi, her filmiyle yeni bir dünya kurmuş ve bu dünyayı izleyiciye unutturulmaz şekilde sunmuştur.
Kubrick, genellikle insanların doğası, toplumsal yapılar, teknolojinin insan yaşamına etkisi, savaş, korku ve varoluşsal temalar gibi derin ve karmaşık konuları işler. Sinemasındaki soğukkanlılık, zarif görsellik, sembolizm, katmanlı anlatılar ve ince psikolojik çözümlemelerle tanınır. Her bir filmi, dönemin sinemasından farklı olarak, kendine has bir dil yaratmıştır.
En Bilinen Filmleri:
2001: A Space Odyssey (1968)
2001: A Space Odyssey, Kubrick'in sinemasının en yüksek noktalarından biri olarak kabul edilir ve modern sinemanın en önemli yapımlarından biridir. Arthur C. Clarke’ın hikâyesinden uyarlanan bu film, insanlık tarihinin başlangıcından uzay keşfine kadar olan süreci ve gelecekteki potansiyel evrimsel adımları ele alır. Film, görsel anlatımı, minimal diyalogları ve felsefi derinliğiyle sinema tarihinde bir dönüm noktası oluşturur. HAL 9000 gibi unutulmaz bir yapay zekâ karakteri, filmin en ikonik unsurlarından biridir. Kubrick, insanlık, bilinç ve evrenin gizemi üzerine düşündürürken, görsel ve işitsel anlamda çığır açıcı bir dil yaratmıştır.
A Clockwork Orange (1971)
A Clockwork Orange, Anthony Burgess’in aynı adlı romanından uyarlanmış ve Kubrick’in toplumsal düzen, şiddet ve bireysel özgürlük üzerine tartışmalarını sinemaya aktardığı bir başyapıttır. Malcolm McDowell’ın Alex karakterini canlandırdığı film, gençlik suçları ve devletin kontrolü altındaki bireylerin zihinlerinin şekillendirilmesi gibi temalarla derin bir psikolojik inceleme sunar. Kubrick, filmdeki şiddet sahnelerini ve müzik kullanımıyla sinemada normlara karşı çıkmıştır, bu da filmi hem tartışmalı hem de ikonik bir hale getirmiştir.
The Shining (1980)
The Shining, Kubrick’in korku sinemasındaki en büyük başyapıtlarından biridir. Stephen King’in romanından uyarlanan bu film, Jack Nicholson’ın canlandırdığı Jack Torrance karakterinin, izole bir otelde akıl sağlığının bozulmasıyla ailesine ve kendine karşı ne kadar tehlikeli hale geldiğini anlatır. Kubrick, gerilimli atmosferi, psikolojik korkuyu ve özgün görsel tarzı ile bu filmi, korku türünün en önemli örneklerinden biri haline getirmiştir. Özellikle “Here’s Johnny!” repliği ve filmdeki sembolizm, sinema tarihine damgasını vurmuştur.
Full Metal Jacket (1987)
Full Metal Jacket, Kubrick’in Vietnam Savaşı’na dair gerçekleştirdiği keskin bir eleştiridir. Film, askeri eğitimi ve savaşın dehşetini iki farklı bölümde işler. İlk bölümde, jokerin askerlik eğitimi süreci; ikinci bölümde ise savaşa katılımının ardından yaşananlar anlatılır. Kubrick, savaşın insan üzerindeki psikolojik etkilerini ve insan doğasındaki vahşiliği derinlemesine ele alır. Filmdeki sert diyaloglar ve sert gerçekçilik, Kubrick’in tarzını en iyi şekilde yansıtan unsurlardır.
Barry Lyndon (1975)
Barry Lyndon, Kubrick’in en estetik açıdan dikkat çeken ve görsel açıdan olağanüstü filmlerinden biridir. 18. yüzyılda geçen bu epik drama, Redmond Barry adlı bir adamın yükselişi ve düşüşünü anlatırken, dönemin görsel zenginliklerini ve lüksünü ustaca yansıtır. Filmde kullanılan doğal ışık ve yavaş çekim sahneleri, Kubrick’in sinemada detay ve atmosfer yaratma konusundaki mükemmeliyetçi yaklaşımını sergiler. Barry Lyndon’un uzun çekimleri ve planları, sinemanın bir sanat olarak algılanmasında önemli bir yer tutar.
Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (1964)
Dr. Strangelove, Kubrick’in kara mizah ve savaş eleştirisini ustaca harmanladığı bir başyapıttır. Soğuk Savaş dönemi endişeleri ve nükleer savaşın getirdiği tehditler üzerine yapılan bu film, siyah komedi tarzıyla izleyiciyi hem güldürür hem de düşündürür. Peter Sellers’ın birden fazla karakteri canlandırması ve filmdeki absürd mizah, sinemanın en etkileyici komedi örneklerinden biridir.
Sinemadaki Mirası:
Stanley Kubrick’in sinemaya kattığı en büyük miras, görsel dilindeki yenilikçilik, anlatının derinliği ve sürekli olarak izleyiciye meydan okuyan yaklaşımıdır. Her filmi, sinema sanatı için bir öğrenme süreci olmuş, görsel estetik ve anlam derinliği açısından sinema dilinin sınırlarını zorlamıştır. Kubrick, filmlerinde yalnızca bir hikâye anlatmakla kalmaz, aynı zamanda seyirciyi etkilemek, düşündürmek ve rahatsız etmek gibi bir amaca da hizmet eder. Film yapımındaki titizliği ve mükemmeliyetçi yaklaşımı, onu sinemanın gerçek bir dehası yapmıştır.
Kubrick’in etkisi, sadece film yapımcılarını değil, aynı zamanda tüm sinema dünyasını etkilemiş ve onun eserleri, sinema tarihindeki en önemli başyapıtlar olarak kalmıştır. Özellikle görselliğin ve derin psikolojik temaların ön plana çıkması, Kubrick’i eşsiz bir yönetmen yapmıştır. O, sinemada hem bir sanatçı hem de bir bilim adamı gibi, her filmiyle yeni bir dünya kurmuş ve bu dünyayı izleyiciye unutturulmaz şekilde sunmuştur.

ETERNAL SUNSHINE OF THE SPOTLESS MIND
Eternal Sunshine, yüzeyde bir aşkın bitişi ve hafızadan silinme süreci gibi görünse de, aslında çok daha derin bir şeyi anlatır: Kişilik ve hafıza arasındaki kopmaz bağı. Joel, Clementine’i zihninden silmeye çalıştığında aslında sadece birini değil, kendi duygusal tarihini, kararlarını, hatalarını da ortadan kaldırır. Yani “ben” dediği şeyi.
Film, aşkı unutmanın mümkün olup olmadığını değil, unutmanın neye mal olduğunu sorgular. Hatıralar acıtsa bile, insanı insan yapan şeylerdir. Onlar silinince travma bitmez, sadece bağlam kaybolur. Hafızayı kaybetmek özgürlük değil, yabancılaşmadır.
Lacuna Inc. adlı şirket bu süreci soğuk, teknik bir prosedüre dönüştürür. Aşk burada kişisel değil, düzeltilebilir bir hata gibi ele alınır. Ama film boyunca gördüğümüz şey şu Lacuna Inc. adlı şirket bu süreci soğuk, teknik bir prosedüre dönüştürür. Aşk burada kişisel değil, düzeltilebilir bir hata gibi ele alınır. Ama film boyunca gördüğümüz şey şu: Anılar silinse bile duygular yerinde kalır. Mantıksal olarak hafızan gitmiştir, ama bilinçaltın hâlâ hatırlar. Joel’un kaçış arzusu, son anda Clementine’in silinmesine karşı verdiği içsel mücadele, bize duyguların makineyle sökülemeyeceğini gösterir.
Michel Gondry'nin görsel anlatımı ve Charlie Kaufman’ın senaryosu sayesinde film, insan zihninin labirentine teknik efektlerle değil, duygusal kırılmalarla giriyor. Hayal ile hatıranın karıştığı sahneler, izleyicinin zaman ve mekân algısını kasıtlı olarak bulanıklaştırıyor. Çünkü film, hatırlamanın doğrusal olmadığını ve travmaların bile kimliğimizin yapıtaşı olduğunu söylüyor.
Sonuçta Eternal Sunshine, aşkın büyüklüğünden ya da tutkunun gücünden söz etmez. Aksine, insanın hatalarıyla, eksikleriyle, acısıyla şekillendiğini ve bu acının bile unutulmaması gerektiğini savunur. Çünkü gerçek iyileşme, unutmakta değil, hatırlayıp kabullenmektedir.
Film, aşkı unutmanın mümkün olup olmadığını değil, unutmanın neye mal olduğunu sorgular. Hatıralar acıtsa bile, insanı insan yapan şeylerdir. Onlar silinince travma bitmez, sadece bağlam kaybolur. Hafızayı kaybetmek özgürlük değil, yabancılaşmadır.
Lacuna Inc. adlı şirket bu süreci soğuk, teknik bir prosedüre dönüştürür. Aşk burada kişisel değil, düzeltilebilir bir hata gibi ele alınır. Ama film boyunca gördüğümüz şey şu Lacuna Inc. adlı şirket bu süreci soğuk, teknik bir prosedüre dönüştürür. Aşk burada kişisel değil, düzeltilebilir bir hata gibi ele alınır. Ama film boyunca gördüğümüz şey şu: Anılar silinse bile duygular yerinde kalır. Mantıksal olarak hafızan gitmiştir, ama bilinçaltın hâlâ hatırlar. Joel’un kaçış arzusu, son anda Clementine’in silinmesine karşı verdiği içsel mücadele, bize duyguların makineyle sökülemeyeceğini gösterir.
Michel Gondry'nin görsel anlatımı ve Charlie Kaufman’ın senaryosu sayesinde film, insan zihninin labirentine teknik efektlerle değil, duygusal kırılmalarla giriyor. Hayal ile hatıranın karıştığı sahneler, izleyicinin zaman ve mekân algısını kasıtlı olarak bulanıklaştırıyor. Çünkü film, hatırlamanın doğrusal olmadığını ve travmaların bile kimliğimizin yapıtaşı olduğunu söylüyor.
Sonuçta Eternal Sunshine, aşkın büyüklüğünden ya da tutkunun gücünden söz etmez. Aksine, insanın hatalarıyla, eksikleriyle, acısıyla şekillendiğini ve bu acının bile unutulmaması gerektiğini savunur. Çünkü gerçek iyileşme, unutmakta değil, hatırlayıp kabullenmektedir.

TOM HANKS VE FORREST GUMP
Tom Hanks, Forrest Gump ile sinemadaki en parlak performanslarından birini sergiler. Forrest, dışarıdan basit ve saf biri gibi görünse de, Hanks bu karakteri öyle bir ustalıkla canlandırır ki, izleyiciyi düşündürürken aynı zamanda güldürmeyi başarır. Forrest’in naif zekâsı, onu dünyadaki büyük olayların içine sürüklerken, her şeye karşı gösterdiği derin sevgisi ve sadakati, filmin en güçlü yönlerinden biri haline gelir.
Forrest’in her hareketi, aslında onun iç dünyasının bir yansımasıdır. Hanks, Forrest’i o kadar içten ve doğal bir şekilde oynar ki, karakterin her bir duygusuna empati yapmak zorlaşır. Her adımında saf bir iyilik ve sadelik taşıyan Forrest, bir yandan da dönemin karmaşasına, savaşlara, toplumdaki değişimlere bir karşılık olarak saf sevgiyi ve saflığı temsil eder.
Tom Hanks’in oyunculuğunda, Forrest’in basit zekâsının ötesinde derin bir anlam buluruz. Hanks, bu sade karakteri o kadar güçlü ve anlamlı kılar ki, Forrest’in her adımında insan olmanın en temel duygusal halleriyle karşılaşırız. Onun sevdiği kadına olan sadakati, annesinin öğrettikleriyle şekillenen hayata bakışı, zamanla unutulmaz bir simgeye dönüşür.
Sonuç olarak, Tom Hanks’in Forrest Gump’taki performansı, bir karakterin yalnızca başrol olmasından öte, onun içsel yolculuğuna dair derin bir keşif sunar. Forrest’in saf bakışı ve duygusal zekâsı, Hanks sayesinde izleyicinin de kalbinde derin bir iz bırakır. Bu film, sadece bir karakterin hikâyesi değil, aynı zamanda insanlık halleri üzerine düşündüren bir başyapıttır.
Forrest’in her hareketi, aslında onun iç dünyasının bir yansımasıdır. Hanks, Forrest’i o kadar içten ve doğal bir şekilde oynar ki, karakterin her bir duygusuna empati yapmak zorlaşır. Her adımında saf bir iyilik ve sadelik taşıyan Forrest, bir yandan da dönemin karmaşasına, savaşlara, toplumdaki değişimlere bir karşılık olarak saf sevgiyi ve saflığı temsil eder.
Tom Hanks’in oyunculuğunda, Forrest’in basit zekâsının ötesinde derin bir anlam buluruz. Hanks, bu sade karakteri o kadar güçlü ve anlamlı kılar ki, Forrest’in her adımında insan olmanın en temel duygusal halleriyle karşılaşırız. Onun sevdiği kadına olan sadakati, annesinin öğrettikleriyle şekillenen hayata bakışı, zamanla unutulmaz bir simgeye dönüşür.
Sonuç olarak, Tom Hanks’in Forrest Gump’taki performansı, bir karakterin yalnızca başrol olmasından öte, onun içsel yolculuğuna dair derin bir keşif sunar. Forrest’in saf bakışı ve duygusal zekâsı, Hanks sayesinde izleyicinin de kalbinde derin bir iz bırakır. Bu film, sadece bir karakterin hikâyesi değil, aynı zamanda insanlık halleri üzerine düşündüren bir başyapıttır.

A CLOCKWORK ORANGE
Stanley Kubrick’in Otomatik Portakalı, şiddeti, özgür iradeyi ve toplumsal kontrolü aynı anda tartışmaya açan rahatsız edici bir deney. Başroldeki Alex, klasik müzik tutkunu, entelektüel ama acımasız bir genç. Film boyunca şiddet eylemleriyle kurduğu estetik bağ, izleyiciyi ahlaki olarak rahatsız eder. Çünkü Kubrick, seyirciyi suçlu karakterle özdeşleştirir ve bizi bir noktadan sonra "Alex’e acımaya" zorlar. İşte bu tersyüz olmuş empati, filmin kalbidir.
Devlet, Alex’i “iyileştirmek” için onu bir makineye çevirir. Ludovico tekniğiyle iradesi elinden alınır, kötülük yapamaz hâle getirilir. Ama mesele şu: Kötülüğü seçemeyen bir insan hâlâ insan mıdır? İyilik, özgürce seçilmediğinde neye yarar?
Kubrick burada şunu söyler: Ahlak, dayatmayla inşa edilemez. Devlet, bireyi tehlikesiz hâle getirerek toplumun refahını sağladığını sanır, ama gerçekte onu insanlıktan çıkarır. Alex artık ne iyi ne kötü olabilir. Sadece bir “otomatik portakal”dır; dışı insana benzer ama içi mekanikleşmiştir.
Devlet, Alex’i “iyileştirmek” için onu bir makineye çevirir. Ludovico tekniğiyle iradesi elinden alınır, kötülük yapamaz hâle getirilir. Ama mesele şu: Kötülüğü seçemeyen bir insan hâlâ insan mıdır? İyilik, özgürce seçilmediğinde neye yarar?
Kubrick burada şunu söyler: Ahlak, dayatmayla inşa edilemez. Devlet, bireyi tehlikesiz hâle getirerek toplumun refahını sağladığını sanır, ama gerçekte onu insanlıktan çıkarır. Alex artık ne iyi ne kötü olabilir. Sadece bir “otomatik portakal”dır; dışı insana benzer ama içi mekanikleşmiştir.

Bİ'ŞARKI DAHA
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings

RESİM

SALVADOR DALİ
“Ben deli değilim. Sadece gerçek fazla sıradan.”
Salvador Dalí, bir ressam değil.
O bir patlama.
Gerçekliğin üzerine düşmüş bir yıldırım.
Saatleri eğip büken, zamanı akışkan bir nesneye dönüştüren, düşleri gerçek gibi, gerçeği düş gibi gösteren bir varlık.
Ama Dalí’nin asıl tuvali zihnidir.
Fırçası ego’sudur.
Boyası ise deliliğe duyduğu zarif saygı.
“Sürrealizm benim.”
Bunu söylerken kibirli değildi.
Çünkü haklıydı.
Dalí, rüyanın yürüyen hâlidir.
Mantığın kemiklerini kırar, ardından onları altınla kaplar.
Düşünceyi güzelleştirmekle yetinmez — onu paramparça eder.
Ama tüm çılgınlığının içinde bir matematik gizlidir.
Bir düzen.
Bir strateji.
Dalí çılgın gibi görünür çünkü dünyayı çıplak gören göz, elbette deli sanılır.
O sadece resim yapmadı.
Kendi hayatını da bir sanat eserine dönüştürdü.
Bıyığı, bir çizim.
Cümleleri, manifestolar.
Uyuyarak sanat yaptı, uyanınca açıklamasını sundu.
Gerçeği seyrederken gözlerini kırpmayan tek adamdı belki de.
Bugün hâlâ saatlerin neden eridiğini soruyoruz.
Cevap çok basit:
Çünkü zaman bir yanılsamadır.
Ve Dalí, o yanılsamanın içine uzanıp bize gülümsedi.
Salvador Dalí, bir ressam değil.
O bir patlama.
Gerçekliğin üzerine düşmüş bir yıldırım.
Saatleri eğip büken, zamanı akışkan bir nesneye dönüştüren, düşleri gerçek gibi, gerçeği düş gibi gösteren bir varlık.
Ama Dalí’nin asıl tuvali zihnidir.
Fırçası ego’sudur.
Boyası ise deliliğe duyduğu zarif saygı.
“Sürrealizm benim.”
Bunu söylerken kibirli değildi.
Çünkü haklıydı.
Dalí, rüyanın yürüyen hâlidir.
Mantığın kemiklerini kırar, ardından onları altınla kaplar.
Düşünceyi güzelleştirmekle yetinmez — onu paramparça eder.
Ama tüm çılgınlığının içinde bir matematik gizlidir.
Bir düzen.
Bir strateji.
Dalí çılgın gibi görünür çünkü dünyayı çıplak gören göz, elbette deli sanılır.
O sadece resim yapmadı.
Kendi hayatını da bir sanat eserine dönüştürdü.
Bıyığı, bir çizim.
Cümleleri, manifestolar.
Uyuyarak sanat yaptı, uyanınca açıklamasını sundu.
Gerçeği seyrederken gözlerini kırpmayan tek adamdı belki de.
Bugün hâlâ saatlerin neden eridiğini soruyoruz.
Cevap çok basit:
Çünkü zaman bir yanılsamadır.
Ve Dalí, o yanılsamanın içine uzanıp bize gülümsedi.

PABLO PICASSO
“Yıkmadığın sürece yeni bir şey inşa edemezsin.”
Picasso bir ressam değildir.
O bir savaş alanıdır.
Renklerin, formların, çizgilerin birbirine çarptığı bir patlama.
Yüzleri böldü. Nesneleri yamulttu. Gözleri ters yere koydu.
Ama belki de gerçek hayat zaten öyleydi:
Parçalanmış, çarpık, tuhaf ve yakıcı.
“Gerçekliği aramadım, onun maskesini düşürdüm.”
Picasso, güzel olanı resmetmekle ilgilenmedi.
Çünkü güzel, artık ona göre yalandı.
Gerçek olan; çirkin, çarpık ve kavgalıydı.
Guernica’nın içine girdiğinde sadece bir tabloya bakmazsın,
bir çığlığın, bir patlamanın, bir ağıtın içine düşersin.
İnsanlar atlara dönüşür, boğalar gözyaşı döker, ışık bir bombadır.
Çünkü Picasso resim yapmaz, anlatır.
Ama kelimelerle değil — kesik formlarla, dehşetle, devrimle.
O bir zaman yolcusuydu.
Bir eli mağara duvarındaydı, diğer eli moderniteyi kavrıyordu.
Afrika maskeleriyle İspanyol duygularını harmanladı.
Ve sonra tüm kuralları yıktı.
Kübizm, sadece bir sanat akımı değil…
Zihnin eşyaya bakarken duyduğu güvensizliğin estetik karşılığıydı.
Çünkü hiçbir nesne, tek bir açıdan anlatılamaz.
Hiçbir yüz, bir tek yüz değildir.
Picasso’nun hayatı da sanatı gibiydi:
Düzensiz, tutkulu, kaotik, aşk ve ihanetle boyanmış.
Her dönemi ayrı bir yıkım, her eseri ayrı bir başkaldırı.
Picasso bir karakterse, o karakter şudur:
Yıkıcı. Yaratıcı. Korkusuz.
Ve belki de bu yüzden zamansız.
Picasso bir ressam değildir.
O bir savaş alanıdır.
Renklerin, formların, çizgilerin birbirine çarptığı bir patlama.
Yüzleri böldü. Nesneleri yamulttu. Gözleri ters yere koydu.
Ama belki de gerçek hayat zaten öyleydi:
Parçalanmış, çarpık, tuhaf ve yakıcı.
“Gerçekliği aramadım, onun maskesini düşürdüm.”
Picasso, güzel olanı resmetmekle ilgilenmedi.
Çünkü güzel, artık ona göre yalandı.
Gerçek olan; çirkin, çarpık ve kavgalıydı.
Guernica’nın içine girdiğinde sadece bir tabloya bakmazsın,
bir çığlığın, bir patlamanın, bir ağıtın içine düşersin.
İnsanlar atlara dönüşür, boğalar gözyaşı döker, ışık bir bombadır.
Çünkü Picasso resim yapmaz, anlatır.
Ama kelimelerle değil — kesik formlarla, dehşetle, devrimle.
O bir zaman yolcusuydu.
Bir eli mağara duvarındaydı, diğer eli moderniteyi kavrıyordu.
Afrika maskeleriyle İspanyol duygularını harmanladı.
Ve sonra tüm kuralları yıktı.
Kübizm, sadece bir sanat akımı değil…
Zihnin eşyaya bakarken duyduğu güvensizliğin estetik karşılığıydı.
Çünkü hiçbir nesne, tek bir açıdan anlatılamaz.
Hiçbir yüz, bir tek yüz değildir.
Picasso’nun hayatı da sanatı gibiydi:
Düzensiz, tutkulu, kaotik, aşk ve ihanetle boyanmış.
Her dönemi ayrı bir yıkım, her eseri ayrı bir başkaldırı.
Picasso bir karakterse, o karakter şudur:
Yıkıcı. Yaratıcı. Korkusuz.
Ve belki de bu yüzden zamansız.

VINCENT VAN GOGH
“Aklımı kaybettim, ama yıldızları gördüm.”
Van Gogh bir ressam değil.
O bir mektuptur.
Ağabeyine, Tanrı’ya, kendine yazılmış uzun bir mektup.
Satır satır boyanmış, fırça darbeleriyle mühürlenmiş bir ruh hâli.
Kendini anlatamadığı her yerde resmetti.
Çığlık atamadığında sarı bir tarla yaptı.
Anlaşılmadığında gökyüzüne yıldızlar saçtı.
O yıldızlar, aklın kırıldığı yerden dışarı taşan ışıktı.
Van Gogh’un renkleri güzellik için değildir.
O, sarıyı seçti çünkü sarı, acının alt tonudur.
Yeşili, umudun değil yalnızlığın rengi yaptı.
Gökyüzünü geceye boyadı çünkü uyuyamıyordu.
“Ben ressam olmak için doğmadım, acıyı göstermek için boyuyorum.”
Demedi bunu.
Ama her fırça darbesi böyle bağırdı.
Kulak kesmesi bir delilik değil,
belki bir suskunluk biçimiydi.
Dünyanın gürültüsünü duymamak için yapılan, sessiz bir çığlık.
Onun resmi izlenmez, hissedilir.
Van Gogh’a bakılmaz, içine girilir.
Ayçiçekleri bile mutlu değildir onun tablolarında.
Çünkü o, neye dokunsa kalbiyle boyar.
Ve kalbi, hep biraz kırık kalır.
Bugün müzelerde insanlar onun tablolarına hayran hayran bakıyor.
Ama yaşarken yalnızdı.
Yoksuldu.
Anlaşılmadı.
Van Gogh’un trajedisi, sadece hayatında değil.
Aynı zamanda bizim bakışımızda.
Onu hâlâ “deli bir ressam” olarak anlıyoruz.
Oysa o, sadece fazla hisseden bir insandı.
Van Gogh bir ressam değil.
O bir mektuptur.
Ağabeyine, Tanrı’ya, kendine yazılmış uzun bir mektup.
Satır satır boyanmış, fırça darbeleriyle mühürlenmiş bir ruh hâli.
Kendini anlatamadığı her yerde resmetti.
Çığlık atamadığında sarı bir tarla yaptı.
Anlaşılmadığında gökyüzüne yıldızlar saçtı.
O yıldızlar, aklın kırıldığı yerden dışarı taşan ışıktı.
Van Gogh’un renkleri güzellik için değildir.
O, sarıyı seçti çünkü sarı, acının alt tonudur.
Yeşili, umudun değil yalnızlığın rengi yaptı.
Gökyüzünü geceye boyadı çünkü uyuyamıyordu.
“Ben ressam olmak için doğmadım, acıyı göstermek için boyuyorum.”
Demedi bunu.
Ama her fırça darbesi böyle bağırdı.
Kulak kesmesi bir delilik değil,
belki bir suskunluk biçimiydi.
Dünyanın gürültüsünü duymamak için yapılan, sessiz bir çığlık.
Onun resmi izlenmez, hissedilir.
Van Gogh’a bakılmaz, içine girilir.
Ayçiçekleri bile mutlu değildir onun tablolarında.
Çünkü o, neye dokunsa kalbiyle boyar.
Ve kalbi, hep biraz kırık kalır.
Bugün müzelerde insanlar onun tablolarına hayran hayran bakıyor.
Ama yaşarken yalnızdı.
Yoksuldu.
Anlaşılmadı.
Van Gogh’un trajedisi, sadece hayatında değil.
Aynı zamanda bizim bakışımızda.
Onu hâlâ “deli bir ressam” olarak anlıyoruz.
Oysa o, sadece fazla hisseden bir insandı.

FOTOĞRAF

Yansıma
Yansıma, kederin sessiz çığlığıdır; içimizi saran hüzün bulutlarının suya düşen izidir. Kırık aynalarda, paramparça ruhlarımızın parıltısı belirir. Ama bu yansımalar, karanlığın gölgesinde kaybolsak bile, umudun solgun ışığını yine de taşır.

Zafer ve Kaybetmek
Zafer, kalbin ritmini hızlandıran görkemli bir senfoni gibidir. Zirvesinde, sevincin kanatlarıyla dans eder insan. Kaybetmek ise, duyguların derin okyanusuna dalmak, içe doğru yapılan sessiz bir keşif yolculuğudur. Her kazanç, geçmişin gölgesinde atılan bir adım; her kayıp, yarının umut dolu şafağına açılan bir kapıdır.

Karışıklık ve Düzen
Karışıklık ve düzen, duygusal sahnemin zıt köşelerinde dans eden iki figür gibidir. Karışıklık, içsel fırtınaların yankılandığı karmaşık bir ormanı andırır; duvarlarımda dolanan kaotik çığlıklar, ruhumun labirentlerinde kaybolur. Oysa düzen, anlamlı bir ritimle çalınan kalp atışları gibi, hayatın notalarını uyumlu bir şekilde sıralar.

Umut ve Umutsuzluk
Gökyüzü, umudun renkleriyle dans ederken, yüreğimde umutsuzluğun süsleri sarhoş eder. Günbatımının sıcak dokunuşuyla umut, günün sona erdiği gerçeğiyle umutsuzluk arasında titreyen bir denge kurar. Bu karmaşık dans, insan ruhunun derinliklerinde çalan bir melodi gibidir; bazen hüzünlü, bazen umutlu, ama her zaman yaşamla iç içe.

EDEBİYAT

YABANCI
Camus'nun Yabancı’sı, insanın varoluşsal yabancılığını, topluma ve hatta kendine duyduğu uzaklığı sergileyen soğuk bir aynadır. Meursault, duygularını ya da dünya ile bağlarını tanımlamakta zorlanan bir adamdır; yaşamı, gözleriyle algıladığı bir manzaradan ibarettir. Yabancı, bireyin anlam arayışını değil, tam tersine, anlamdan kaçışını gösterir. Bu kitap, ne trajik bir eksiklik ne de başkaldırı hakkında yazılmıştır; burada söz konusu olan şey, varlıkla olan temassızlıktır. Meursault, absürdün simgesidir, onun için dünya sadece bir tesadüfler yığınıdır. Ve nihayetinde, Camus'nun en güçlü mesajı burada gizlidir: insan, her şeye rağmen anlam yüklemeye çalıştığı bu dünyada, varoluşun anlamını reddederek özgürleşebilir. Ancak bu özgürlük, acımasız ve yalnız bir özgürlüktür.

1984
Her ne kadar “düşünce suçu” yasak olsa da, gerçek suç sistemin kendisidir. Orwell’in 1984’ü, bir bireyin değil, bir insanlığın büyük düşüşüdür. O dünyada, "gerçek" yalnızca iktidarın elindedir; dondurulmuş bir dilde, her şeyin ve herkesin sahip olduğu tek hak, varlıklarını devlete adamak. Winston, tüm çabalarına rağmen, yeniden özgürleşmeye dair hiçbir şey bulamaz; isyanı, kendi ruhunun devlete teslim olmasıyla sona erer. 1984’ün soğuk karanlığında, gözetim sadece bedensel değil, düşünsel bir boyut kazanır. Bu roman, tarihsel gerçekliklerin eğilip bükülmesinin, bir insanın içsel özgürlüğüne nasıl zarar verdiğinin korkutucu bir belgeselidir. Orwell, öylesine titiz bir distopya yaratır ki, bu yalnızca bir uyarı değil, insana özgürlüğün nasıl yavaş yavaş kaybedildiğini gösteren bir felakettir. Gerçek, bir manipülasyon aracı haline gelirken, dilin yapısı bile tüm insanlığın direncini kırma gücünü taşır.

BİR İDAM MAHKUMUNUN SON GÜNÜ
Bir idam mahkûmunun son günü, zamanın durduğu bir bekleyiştir. Sabahın ilk ışıkları, hücresindeki her köşe gibi yabancılaşır. Son bir kez geçmişine bakmak ister ama her şey, artık bir hayalet gibi uzak ve siliktir. Gardiyanlar gelir, bakışlarında bir soğukluk vardır; kimse kimseyi anlamaz. O, son adımlarını atarken, ölümün yavaşça yaklaştığını hisseder. Kendisini bir zamanlar yaşamış biri gibi hisseder ama bu hayatı, geçmişin yüküyle birlikte terk etmek zorundadır. Sesler, dünyanın her yerinden silinir. Sonra, sadece o vardır.

BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK
Harper Lee’nin 1960’ta yayımlanan ve edebiyat tarihine kazınan Bülbülü Öldürmek, yalnızca bir büyüme hikâyesi değil; vicdanın, adaletin ve insanlığın sınandığı güçlü bir anlatıdır. Amerika’nın ırkçılıkla çürümüş güney eyaletlerinde geçen romanda, küçük bir kasabanın sessiz sokaklarında yankılanan sorular aslında tüm insanlığa seslenir: Masumiyet nasıl kaybedilir? Adalet neden her zaman herkese eşit işlemez?
Scout Finch’in gözünden anlatılan hikâye, çocuk dünyasının sadeliğiyle toplumun karmaşası arasında kurulan çarpıcı bir karşıtlık sunar. Babası Atticus Finch ise edebiyatın en idealist figürlerinden biri olarak, ahlaki cesaretin ve sessiz direnişin sembolüne dönüşür.
“Bülbülü öldürmek günahtır,” der Atticus… Çünkü bülbül sadece şarkı söyler, kimseye zarar vermez. Ve roman boyunca anlarız ki, bu cümle yalnızca kuşlara değil, dünyadaki tüm masumlara söylenmiş bir ağıttır.
Harper Lee’nin sade ama etkileyici diliyle kaleme aldığı bu eser, hâlâ güncelliğini koruyan sorular sorar. Büyümek, görmek ve anlamak üzerine evrensel bir anlatı… Herkesin hayatında en az bir kez okuması gereken kitaplardan biri.
Scout Finch’in gözünden anlatılan hikâye, çocuk dünyasının sadeliğiyle toplumun karmaşası arasında kurulan çarpıcı bir karşıtlık sunar. Babası Atticus Finch ise edebiyatın en idealist figürlerinden biri olarak, ahlaki cesaretin ve sessiz direnişin sembolüne dönüşür.
“Bülbülü öldürmek günahtır,” der Atticus… Çünkü bülbül sadece şarkı söyler, kimseye zarar vermez. Ve roman boyunca anlarız ki, bu cümle yalnızca kuşlara değil, dünyadaki tüm masumlara söylenmiş bir ağıttır.
Harper Lee’nin sade ama etkileyici diliyle kaleme aldığı bu eser, hâlâ güncelliğini koruyan sorular sorar. Büyümek, görmek ve anlamak üzerine evrensel bir anlatı… Herkesin hayatında en az bir kez okuması gereken kitaplardan biri.

YERALTINDAN
NOTLAR
Yeraltından Notlar, Dostoyevski'nin daha sonra karşımıza çıkacak psikolojik derinliklerinin habercisidir. Yeraltı adamı, topluma karşı bir isyanın değil, aslında kendi içindeki bıçak gibi keskin çelişkilerin yankısıdır. Onun dünyası, neyi seçeceğini, neyi düşünmesi gerektiğini bile bilmeyen bir insanın kafasındaki kaostur. Hiçbir şeye bağlı olmayan, her şeyin geçiciliğini tartışan bu adam, hayatta her şeyi inkâr etse de bir şey vardır ki, ona tutunur: kendisinin eksikliğini. Yeraltından Notlar, hem toplumun hem de insanın çürümüş yönlerinin, karanlık taraflarının cesurca keşfidir. Onun yalnızlığı, yalnızca dış dünyadan değil, içsel bir boşluktan gelir. Sadece hapsolmuş bir ruhun değil, aynı zamanda zihinsel çözülüşün de anlatıldığı bu eser, insanın en temel sorularına dair çok keskin, acımasız bir bakış açısı sunar.

KÖRLÜK
Beyaz bir körlük tüm dünyayı sardığında, görmemek sadece bir fiziksel halden daha fazlasıdır. Saramago'nun Körlükü, insanın birbirine olan bağlılıklarının ve toplumun dayandığı temellerin ne kadar ince olduğunu keşfeder. Görme yetisini kaybeden toplumun, görememekle birlikte kaybolan insanlıkları ve vicdanları yavaşça tükenir. İnsanlar birbirine bağlanmak yerine, her biri kendi hayatta kalma mücadelesine düşer, yokluk ve vahşi bir hayatta kalma içgüdüsü her şeyi kaplar. Kitapta körlük, yalnızca fiziksel bir eksiklikten öte, insanın aslında içsel körlüğünün ve toplumsal çürümüşlüğünün sembolüdür. Saramago’nun anlatım tarzı, tıpkı körlük gibi, okuru bir an olsun geride bırakmaz. Körlük, insanın, temel değerlerinin bile yok olduğu bir toplumda nasıl var olmaya çalıştığını ve bu mücadelede kaybolan tüm insani duyguları gözler önüne serer.

KAYIP
ZAMANIN İZİNDE
Zaman ne kadar çok geçerse, bir o kadar da kaybolur. Kayıp Zamanın İzinde‘in her sayfası, geçmişin kayıp izlerini arayan bir ruhun yolculuğudur. Proust, zamanın akışını fiziksel bir kavram olmaktan çıkarıp, bir duygusal alan, bir içsel derinlik olarak sunar. Bir çayın içine batmış kurabiye parçası, bir anın en derin hatırasına dönüşebilir; geçmişin her parçası, şu anın içinde çözülüp kaybolan bir enstantane olabilir. Anıların ardındaki zaman, gözlemlerimizle değil, duygularımızla biçimlenir. Proust, hafızanın yavaşça akıp giden sularında kaybolan bir hayatı değil, hatırlananın inşa ettiği bir hayatı anlatır. Bu eser, okurunu zamanla iç içe geçirirken, aynı zamanda zamanın özünü sorgular. Kayıp Zamanın İzinde, tüm zamanların kitabı olmaya adaydır, çünkü zamanın gerçekliğini yeniden tanımlar.

BÜYÜK UMUTLAR
Büyük Umutlar, insanın büyürken karşılaştığı ahlaki ve toplumsal labirentlerin romanıdır. Pip’in hayalindeki büyük umutlar, gerçekte hem onun hem de toplumunun yansımasıdır. Her şeyin bir bedeli vardır; Pip'in yükselmesi, toplumun beklentileriyle şekillenen bir yolculuktur, ama sonunda bu yolculuk, kendi kimliğini bulmanın ötesine geçer. Dickens, o zamanın sosyal sınıf yapılarının ve bu yapıların bireyler üzerindeki etkilerini mizahi bir dille ele alır. Ancak, Pip’in içsel yolculuğu, her türlü dışsal zenginliğin ve toplum baskısının ötesinde bir başka gerçeği ortaya koyar: büyümek, bazen kaybetmek demektir. Büyük Umutlar, yalnızca bir toplum eleştirisi değil, insanın hayatındaki kırılma anlarının ve kişisel dönüşümünün derin bir anlatımıdır.

UĞULTULU TEPELER
Aşkın derinliği, yalnızca duygusal bir yansıma değil, aynı zamanda bir tür fırtınadır. Uğultulu Tepeler aşkı tanımlarken, onu kaybolmuş bir coğrafyanın acımasızlığında arar. Brontë’nin eserindeki karakterler, yalnızca birbirini sevmekle kalmaz; birbirinin yok olmasına da neden olur. Catherine ve Heathcliff arasındaki tutku, aslında bir tür varoluşsal kavga gibidir. İki ruh, bir arada ama birbirini yok etmek istercesine bir aşkı yaşar. Uğultulu Tepeler, sadece aşkın karanlık yönlerini değil, insanın içindeki karanlıkları da keşfeder. Hem doğanın hem de bireylerin hırçınlıkları arasındaki bu roman, okuru, sevgi ve nefretin ne kadar yakın olduğunu fark etmeye zorlar.

GENÇ WERTHER'İN
ACILARI
Genç Werther’in Acıları, bir aşkın ve gençliğin trajedisinin derinliklerine inmektir. Werther’in hisleri, yalnızca aşkın değil, hayatta kalmanın bile çok acı verici olduğunu anlatır. Gençliğin yoğunluğu, tüm beklentilerin ve idealizmin içinde kaybolmuş bir genci sergiler. Werther’in trajedisi, yalnızca bir kişinin değil, zamanın ve tüm bir neslin kaybolan duygularının bir yansımasıdır. Bu roman, aşkın ne kadar öldürücü olabileceğini anlatırken, bir neslin de ne kadar çaresiz olduğunu da gözler önüne serer. Goethe, bu eserde yalnızca bireyin acısını değil, onun içindeki bir toplumun çöküşünü anlatır.

TİYATRO

Kral Oidipus
(Sofokles)
Bazen bir trajedi, sadece bir kralın düşüşünü değil; bir insanın kendini tanıma serüvenindeki en çıplak hâlini anlatır. Sofokles’in Kral Oidipus’u, sadece mitolojik bir anlatı değil, aynı zamanda insanın körlük ve bilgelik arasındaki içsel yolculuğunun bir aynasıdır.
Oidipus, Thebai'yi vebadan kurtaran, halkı tarafından sevilen bir kurtarıcıdır. Ama kurtuluş, yalnızca dış dünyanın huzuru değildir; iç dünyanın karanlığında gezinmeyi de gerektirir. Ve Oidipus bu karanlığa girdiğinde, asıl düşmanın dışarıda değil içeride olduğunu fark eder.
Olay örgüsünü artık herkes bilir: Kehanet gerçekleşir, kader zinciri kırılmaz, Oidipus babasını öldürür, annesiyle evlenir. Ancak bu metin, olayların kronolojisinden çok daha fazlasını taşır. Asıl mesele, Oidipus’un gerçeğe ulaşmak için kendi elleriyle gözlerini oymasıdır. Çünkü bazen gerçeği görmek, fiziksel görme yetisini kaybetmeyi göze almak demektir.
Oidipus’un trajedisi, insanın kendini tanıma çabasının ne kadar yıkıcı olabileceğini gösterir. Sokrates’in “Kendini bil” çağrısının karanlık bir yansımasıdır bu oyun. Bilmemenin huzurunu kaybedip, bilmenin ağırlığını sırtlanmak...
Freud’un psikanalitik teorileri, Lacan’ın ayna evresi, Nietzsche’nin trajik kahraman anlayışı… Hepsi bu metnin kıyısında dolaşır. Çünkü Oidipus, sadece bir karakter değil; bir arketiptir. Hepimizin içinde bir parça Oidipus vardır: Bilmek isteyen, ama bildikçe yıkılan.
Bugün bu oyunu tekrar okuduğumuzda, Thebai’nin sokaklarında değil, kendi bilinçaltımızda dolaşırız. Ve belki en sonunda şu soruyla baş başa kalırız:
Gerçek, her zaman bilinmeli midir?
Oidipus, Thebai'yi vebadan kurtaran, halkı tarafından sevilen bir kurtarıcıdır. Ama kurtuluş, yalnızca dış dünyanın huzuru değildir; iç dünyanın karanlığında gezinmeyi de gerektirir. Ve Oidipus bu karanlığa girdiğinde, asıl düşmanın dışarıda değil içeride olduğunu fark eder.
Olay örgüsünü artık herkes bilir: Kehanet gerçekleşir, kader zinciri kırılmaz, Oidipus babasını öldürür, annesiyle evlenir. Ancak bu metin, olayların kronolojisinden çok daha fazlasını taşır. Asıl mesele, Oidipus’un gerçeğe ulaşmak için kendi elleriyle gözlerini oymasıdır. Çünkü bazen gerçeği görmek, fiziksel görme yetisini kaybetmeyi göze almak demektir.
Oidipus’un trajedisi, insanın kendini tanıma çabasının ne kadar yıkıcı olabileceğini gösterir. Sokrates’in “Kendini bil” çağrısının karanlık bir yansımasıdır bu oyun. Bilmemenin huzurunu kaybedip, bilmenin ağırlığını sırtlanmak...
Freud’un psikanalitik teorileri, Lacan’ın ayna evresi, Nietzsche’nin trajik kahraman anlayışı… Hepsi bu metnin kıyısında dolaşır. Çünkü Oidipus, sadece bir karakter değil; bir arketiptir. Hepimizin içinde bir parça Oidipus vardır: Bilmek isteyen, ama bildikçe yıkılan.
Bugün bu oyunu tekrar okuduğumuzda, Thebai’nin sokaklarında değil, kendi bilinçaltımızda dolaşırız. Ve belki en sonunda şu soruyla baş başa kalırız:
Gerçek, her zaman bilinmeli midir?

Hamlet
(William Shakespeare)
Shakespeare’in Hamlet’i, bir intikam hikâyesinden çok daha fazlasıdır. Danimarka tahtında dönen oyunlar, yalnızca politik bir entrikayı değil; insan ruhunun çürümüşlüğünü, şüpheyle örülmüş bir zihnin labirentlerini ve ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide bekleyen bir bilincin çatırdayışını temsil eder.
Hamlet’in babası öldürülür. Annesi, katil amcasıyla evlenir. Ve Danimarka sarayı, görünüşte parlak ama içinde kurtlanmış bir tabut gibi, yavaşça çürümektedir. Bu çürümenin farkına varan tek kişi Hamlet’tir. Ancak o da ne tam anlamıyla delidir ne de tam anlamıyla akıllı. Bir “arıza”dır: Toplumun, ailenin, iktidarın ve ahlakın kalıplarına sığmayan bir fazlalık.
"To be, or not to be."
Olmak mı, olmamak mı değil sadece mesele.
Olmak nasıl bir şeydir? Ya da olmamak?
Nedir yaşamak? Sırf nefes almak mı?
Ya da sonsuz bir suskunlukta huzur mu?
Hamlet’in tereddüdü, sadece intikam alıp almamakla ilgili değildir. O, bir eylemin gerekçesini, anlamını, sonucunu ve hatta eylemin kendisini sorgular. Bu yüzden Hamlet, edebiyat tarihinin ilk varoluşçu karakteri sayılır. Camus’nün Yabancı’sı ya da Sartre’ın Bulantı’sı Hamlet’in gölgesinde büyümüştür.
Oyunun en çarpıcı yönlerinden biri de zaman kavramıdır. Hamlet bekler. Aksiyonu erteler. Sürekli düşünür. Çünkü bilir ki hareket etmek, düşünmeyi durdurmak anlamına gelir. Ve düşünen bir ruh için eylem, çoğu zaman bir ihanettir.
Bugün Hamlet’i okuduğumuzda, onun yalnızlığına yaklaşırız. Ailemizle, iktidarla, kendimizle, ahlakla kurduğumuz çelişkili ilişkilerde; bir şey yapmanın imkânsızlığıyla, hiçbir şey yapmamanın suçluluğu arasında gidip geliriz.
Hamlet sorar:
“Bu dünya mı deli, yoksa ben mi?”
Cevap, sahnenin dışında yankılanır. Ve belki de en çok bizde.
Hamlet’in babası öldürülür. Annesi, katil amcasıyla evlenir. Ve Danimarka sarayı, görünüşte parlak ama içinde kurtlanmış bir tabut gibi, yavaşça çürümektedir. Bu çürümenin farkına varan tek kişi Hamlet’tir. Ancak o da ne tam anlamıyla delidir ne de tam anlamıyla akıllı. Bir “arıza”dır: Toplumun, ailenin, iktidarın ve ahlakın kalıplarına sığmayan bir fazlalık.
"To be, or not to be."
Olmak mı, olmamak mı değil sadece mesele.
Olmak nasıl bir şeydir? Ya da olmamak?
Nedir yaşamak? Sırf nefes almak mı?
Ya da sonsuz bir suskunlukta huzur mu?
Hamlet’in tereddüdü, sadece intikam alıp almamakla ilgili değildir. O, bir eylemin gerekçesini, anlamını, sonucunu ve hatta eylemin kendisini sorgular. Bu yüzden Hamlet, edebiyat tarihinin ilk varoluşçu karakteri sayılır. Camus’nün Yabancı’sı ya da Sartre’ın Bulantı’sı Hamlet’in gölgesinde büyümüştür.
Oyunun en çarpıcı yönlerinden biri de zaman kavramıdır. Hamlet bekler. Aksiyonu erteler. Sürekli düşünür. Çünkü bilir ki hareket etmek, düşünmeyi durdurmak anlamına gelir. Ve düşünen bir ruh için eylem, çoğu zaman bir ihanettir.
Bugün Hamlet’i okuduğumuzda, onun yalnızlığına yaklaşırız. Ailemizle, iktidarla, kendimizle, ahlakla kurduğumuz çelişkili ilişkilerde; bir şey yapmanın imkânsızlığıyla, hiçbir şey yapmamanın suçluluğu arasında gidip geliriz.
Hamlet sorar:
“Bu dünya mı deli, yoksa ben mi?”
Cevap, sahnenin dışında yankılanır. Ve belki de en çok bizde.

Lysistrata
(Aristophanes)
Komedi deyip geçme. Aristophanes’in Lysistrata’sı, kahkahaların arasına gizlenmiş bir devrimdir. M.Ö. 411 yılında, savaşla yorgun düşmüş Atina’da sahneye konan bu oyun, sadece bir “seks grevi” değil; kadının sesiyle yankılanan ilk politik manifestolardan biridir.
Lysistrata, adını bile telaffuz ederken bir kararlılık duygusu verir. O, kadınların savaşın tarafı değil; doğrudan karşıtı olduğunu hatırlatır. Erkeklerin “şanlı” diye yücelttiği savaş, kadınların gözünde yalnızca ölüm, yalnızlık ve yıkımdır. Ve oyunun basit ama deha ürünü fikri burada devreye girer:
Kadınlar, erkeklerle yatmayı bırakır.
Barış gelene kadar, cinsellik yok.
Bu kadar mı? Evet, ama mesele bu kadar basit olduğu için sarsıcı. Çünkü Aristophanes, iktidarın göbeğine kahkahayla bir hançer saplar. Kadınları sadece ev içiyle sınırlayan ataerkil yapının yüzüne bir tokat indirir. Erkeklerin savaş çığırtkanlığına karşı, kadınların hayatı savunan eylemsizliği çıkar.
Ve belki de en çarpıcısı şu: Oyun boyunca kadınlar güç kazandıkça, erkekler komikleşir. Erkeklerin fallik egemenliği, düşmeyen ereksiyonlar ve çaresiz yalvarışlarla yerle bir olur. Aristophanes, kahkahayı sadece güldürmek için değil; eleştirmek, küçültmek ve ifşa etmek için kullanır.
Bugün Lysistrata’yı okurken, onu sadece Antik Yunan tiyatrosunun bir parçası olarak değil; kadın direnişinin, barış arayışının ve beden politikalarının binlerce yıllık tarihinde yankılanan bir ses olarak da görmek gerekir.
Çünkü hâlâ bazı savaşları durdurmak için, bazı kadınların ayağa kalkması gerekir.
Ve belki de şu soru bugün de geçerlidir:
Barışı getirmek için, biz neyi bırakmaya hazırız?
Lysistrata, adını bile telaffuz ederken bir kararlılık duygusu verir. O, kadınların savaşın tarafı değil; doğrudan karşıtı olduğunu hatırlatır. Erkeklerin “şanlı” diye yücelttiği savaş, kadınların gözünde yalnızca ölüm, yalnızlık ve yıkımdır. Ve oyunun basit ama deha ürünü fikri burada devreye girer:
Kadınlar, erkeklerle yatmayı bırakır.
Barış gelene kadar, cinsellik yok.
Bu kadar mı? Evet, ama mesele bu kadar basit olduğu için sarsıcı. Çünkü Aristophanes, iktidarın göbeğine kahkahayla bir hançer saplar. Kadınları sadece ev içiyle sınırlayan ataerkil yapının yüzüne bir tokat indirir. Erkeklerin savaş çığırtkanlığına karşı, kadınların hayatı savunan eylemsizliği çıkar.
Ve belki de en çarpıcısı şu: Oyun boyunca kadınlar güç kazandıkça, erkekler komikleşir. Erkeklerin fallik egemenliği, düşmeyen ereksiyonlar ve çaresiz yalvarışlarla yerle bir olur. Aristophanes, kahkahayı sadece güldürmek için değil; eleştirmek, küçültmek ve ifşa etmek için kullanır.
Bugün Lysistrata’yı okurken, onu sadece Antik Yunan tiyatrosunun bir parçası olarak değil; kadın direnişinin, barış arayışının ve beden politikalarının binlerce yıllık tarihinde yankılanan bir ses olarak da görmek gerekir.
Çünkü hâlâ bazı savaşları durdurmak için, bazı kadınların ayağa kalkması gerekir.
Ve belki de şu soru bugün de geçerlidir:
Barışı getirmek için, biz neyi bırakmaya hazırız?

Marat/Sade
(Peter Weiss)
Bazı isimler sadece tarihe değil, banyonun içine de düşer. Jean-Paul Marat, devrimi küvetinde yazan bir adamdı. Devrimin kalbinde, deri hastalığıyla haşır neşir, bedeninden çok zihniyle savaşan bir figür. Ama onun asıl çarpıcılığı, ölümünde saklıdır: Charlotte Corday’nın hançeri, Fransız Devrimi’nin en ikonik suikastlarından birini yaratır. Küvetin içindeki kan, tarihin kırmızı mürekkebidir.
Peter Weiss’ın Marat/Sade adlı oyunu — ya da uzun haliyle Jean-Paul Marat’nın Ölümü, Marquis de Sade’ın Yönetiminde Charenton Akıl Hastanesi Tarafından Sergilenir — tam da bu karmaşayı sahneye taşır. İç içe geçmiş delilikler, sahne üstü sahneler, devrim ile birey, acı ile arzu, ideoloji ile beden arasında salınan bir tiyatro metni...
Marat, devrimin saf bir inancıdır. Temizlenemez. Aklanamaz. O küvette bile devrimi düşünür. Devrim onun için bir ruh hâlidir; bir eylem değil, bir hastalık gibi taşınır. Ona karşı çıkan Marquis de Sade ise apayrı bir kutuptur: Bireyselliği, hazcılığı, kötülüğü ve nihilizmi savunur. Marat kolektif umut, Sade ise kişisel delilik…
Marat bağırır: “Halk için ölmek bir görevdir!”
Sade fısıldar: “Halk için yaşamak bir işkencedir.”
İşte bu çelişki, Marat/Sade’ın kalbidir. Tiyatro burada bir düşünce arenasına dönüşür. Oyunun hastane koğuşunda oynatılıyor olması, delilikle iktidar arasındaki çizgiyi daha da silikleştirir. “Kim deli?” sorusu, karakterlerin değil, seyircinin cevaplaması gereken bir sorudur artık.
Bugün Marat’a baktığımızda, onun küvetinde sadece devrimi değil; fikir uğruna kendini tüketen insanın trajedisini görürüz.
Çünkü bazı insanlar dünyayı değiştirmek ister.
Bazıları ise sadece kendinden kurtulmak.
Peter Weiss’ın Marat/Sade adlı oyunu — ya da uzun haliyle Jean-Paul Marat’nın Ölümü, Marquis de Sade’ın Yönetiminde Charenton Akıl Hastanesi Tarafından Sergilenir — tam da bu karmaşayı sahneye taşır. İç içe geçmiş delilikler, sahne üstü sahneler, devrim ile birey, acı ile arzu, ideoloji ile beden arasında salınan bir tiyatro metni...
Marat, devrimin saf bir inancıdır. Temizlenemez. Aklanamaz. O küvette bile devrimi düşünür. Devrim onun için bir ruh hâlidir; bir eylem değil, bir hastalık gibi taşınır. Ona karşı çıkan Marquis de Sade ise apayrı bir kutuptur: Bireyselliği, hazcılığı, kötülüğü ve nihilizmi savunur. Marat kolektif umut, Sade ise kişisel delilik…
Marat bağırır: “Halk için ölmek bir görevdir!”
Sade fısıldar: “Halk için yaşamak bir işkencedir.”
İşte bu çelişki, Marat/Sade’ın kalbidir. Tiyatro burada bir düşünce arenasına dönüşür. Oyunun hastane koğuşunda oynatılıyor olması, delilikle iktidar arasındaki çizgiyi daha da silikleştirir. “Kim deli?” sorusu, karakterlerin değil, seyircinin cevaplaması gereken bir sorudur artık.
Bugün Marat’a baktığımızda, onun küvetinde sadece devrimi değil; fikir uğruna kendini tüketen insanın trajedisini görürüz.
Çünkü bazı insanlar dünyayı değiştirmek ister.
Bazıları ise sadece kendinden kurtulmak.

Tartuffe
(Molière)
Tiyatro sahnesine çıktığı günden bu yana sansürlendi, yasaklandı, ayakta alkışlandı. Çünkü Tartuffe, giyinmiş bir yalandır. Dindarlığın cüppesiyle örtünmüş, ahlakın dilini ezberlemiş, çıkarın şekline bürünmüş bir adam:
Tartuffe.
Bir isimden çok, bir sembol. Belki de bir çağ hastalığı.
Molière bu oyunu 17. yüzyılda yazdı ama biz hâlâ onu her gün yeniden yaşıyoruz. Çünkü Tartuffe, yalnızca bir karakter değil; her dönem yeniden doğan, kılık değiştiren bir ikiyüzlülük figürüdür. Dindar gibi konuşur, sadık gibi görünür, erdemli gibi davranır. Ama içi, Orgon’un körlüğüyle beslenen bir karanlıktır.
Oyunun merkezinde safdil bir baba (Orgon) vardır; gözlerini gerçeklerden kör etmiş, sahte bir dervişin ayaklarına kapanmış. Gerçekleri söyleyen herkes yalancı, sadece Tartuffe doğrudur onun gözünde.
Tanıdık geliyor mu?
Bugün Tartuffe’ü sadece bir dini ikiyüzlülük eleştirisi olarak okumak yetersizdir. O aynı zamanda bir güç tutkusu anlatısıdır.
Bir adamın, başkalarının vicdanını manipüle ederek nasıl iktidar kurduğunun hikâyesi.
Bir ailenin, “inanmak” uğruna kendi aklını nasıl teslim ettiğinin hikâyesi.
Bir toplumun, görünüşe taptıkça nasıl yozlaştığının hikâyesi.
"İnsanlar görünüşe mi inanır, yoksa görünmek için mi inanır?"
Tartuffe bu soruyu sorar.
Ve cevap, her seyircinin kendi yüzündeki maskede gizlidir.
Tartuffe.
Bir isimden çok, bir sembol. Belki de bir çağ hastalığı.
Molière bu oyunu 17. yüzyılda yazdı ama biz hâlâ onu her gün yeniden yaşıyoruz. Çünkü Tartuffe, yalnızca bir karakter değil; her dönem yeniden doğan, kılık değiştiren bir ikiyüzlülük figürüdür. Dindar gibi konuşur, sadık gibi görünür, erdemli gibi davranır. Ama içi, Orgon’un körlüğüyle beslenen bir karanlıktır.
Oyunun merkezinde safdil bir baba (Orgon) vardır; gözlerini gerçeklerden kör etmiş, sahte bir dervişin ayaklarına kapanmış. Gerçekleri söyleyen herkes yalancı, sadece Tartuffe doğrudur onun gözünde.
Tanıdık geliyor mu?
Bugün Tartuffe’ü sadece bir dini ikiyüzlülük eleştirisi olarak okumak yetersizdir. O aynı zamanda bir güç tutkusu anlatısıdır.
Bir adamın, başkalarının vicdanını manipüle ederek nasıl iktidar kurduğunun hikâyesi.
Bir ailenin, “inanmak” uğruna kendi aklını nasıl teslim ettiğinin hikâyesi.
Bir toplumun, görünüşe taptıkça nasıl yozlaştığının hikâyesi.
"İnsanlar görünüşe mi inanır, yoksa görünmek için mi inanır?"
Tartuffe bu soruyu sorar.
Ve cevap, her seyircinin kendi yüzündeki maskede gizlidir.

Kafatası
(Nazım Hikmet)
Bir gün hepimiz bir şeyin içine konuşacağız.
İnsan yüzü silinir. Et çözülür. Zaman, kemikleri unutur ama sonra biri bulur seni: bir arkeolog, bir mezar hırsızı ya da bir prens. Elinde tutar kafatasını. Sorular sorar. Cevap veremezsin.
Ama sen susarken, en çok sen konuşursun.
Shakespeare’in Hamlet’inde, mezarlıkta bulunan kafatası bir nesne değil; bir hayalettir. Hamlet onu eline aldığında, yalnızca ölü soytarı Yorick’e değil, kendine de bakar. Çünkü her kafatası, bir başın içinden geçip gitmiş düşünceleri taşır. Her boş göz çukuru, bir zamanlar dünyayı gören iki pencereydi.
“Alas, poor Yorick. I knew him, Horatio.”
Bu cümledeki "knew" zamanın şiddetini taşır. Bildiğimiz herkes, bir gün yalnızca "bilmiştik" olur.
Her sevinç, her fikir, her kahkaha bir gün çürür. Ama kafatası kalır. Çünkü kafa gider, kafatası kalır.
Sanat da böyledir. Fikir çürür ama izi kalır.
Sahne kapanır ama replikler yankılanır.
Aşklar biter ama bir gün biri eski bir mektupta, bir kemik gibi saklanmış bir “seni seviyorum” bulur.
Kafatası, geçmişin fiziksel ironisidir.
O hem hiçliktir, hem kanıttır.
Ölümün bittiği yerde bile, hatırlanmak isteyen hayatın izidir.
Ve belki de insan, kafasının içindekilerle değil, öldükten sonra ne bıraktığıyla yaşar.
İnsan yüzü silinir. Et çözülür. Zaman, kemikleri unutur ama sonra biri bulur seni: bir arkeolog, bir mezar hırsızı ya da bir prens. Elinde tutar kafatasını. Sorular sorar. Cevap veremezsin.
Ama sen susarken, en çok sen konuşursun.
Shakespeare’in Hamlet’inde, mezarlıkta bulunan kafatası bir nesne değil; bir hayalettir. Hamlet onu eline aldığında, yalnızca ölü soytarı Yorick’e değil, kendine de bakar. Çünkü her kafatası, bir başın içinden geçip gitmiş düşünceleri taşır. Her boş göz çukuru, bir zamanlar dünyayı gören iki pencereydi.
“Alas, poor Yorick. I knew him, Horatio.”
Bu cümledeki "knew" zamanın şiddetini taşır. Bildiğimiz herkes, bir gün yalnızca "bilmiştik" olur.
Her sevinç, her fikir, her kahkaha bir gün çürür. Ama kafatası kalır. Çünkü kafa gider, kafatası kalır.
Sanat da böyledir. Fikir çürür ama izi kalır.
Sahne kapanır ama replikler yankılanır.
Aşklar biter ama bir gün biri eski bir mektupta, bir kemik gibi saklanmış bir “seni seviyorum” bulur.
Kafatası, geçmişin fiziksel ironisidir.
O hem hiçliktir, hem kanıttır.
Ölümün bittiği yerde bile, hatırlanmak isteyen hayatın izidir.
Ve belki de insan, kafasının içindekilerle değil, öldükten sonra ne bıraktığıyla yaşar.

Godot’yu Beklerken (Samuel Beckett)



PSİKOLOJİ

Olduğumuz Kişi mi, Gördükleri mi?
Kendimizle tanıştığımızdan bile emin değiliz. Çünkü çoğumuz, başkalarının bizi nasıl görmesini istiyorsa, öyle davranıyoruz. Jung’un “persona” dediği bu sosyal maske, hepimizin günlük yaşamında taktığı bir rol.
Ama zamanla o rol gerçek sanılabiliyor. Sosyal medya, iş hayatı, aile içinde oynadığımız roller… Hepsi birer “ben” yaratıyor. Peki içimizdeki sessiz “ben” ne zaman konuşacak?
Kendine şu soruyu sormak bile yeterli: Şu anda böyle davranmasaydım ne olurdu? Cevap, ne kadar korkutucuysa, masken o kadar ağırdır. Ve bazen en büyük cesaret, bir rolü bırakıp sahneden inmektir.
Ama zamanla o rol gerçek sanılabiliyor. Sosyal medya, iş hayatı, aile içinde oynadığımız roller… Hepsi birer “ben” yaratıyor. Peki içimizdeki sessiz “ben” ne zaman konuşacak?
Kendine şu soruyu sormak bile yeterli: Şu anda böyle davranmasaydım ne olurdu? Cevap, ne kadar korkutucuysa, masken o kadar ağırdır. Ve bazen en büyük cesaret, bir rolü bırakıp sahneden inmektir.

Neden Bu Kadar Kolay Sinirleniyoruz?
Bir anda parlıyoruz. Küçük şeyler büyüyor, insanlar tahammülsüzleşiyor. Oysa belki de mesele, sinirlenmemiz değil; neden bu kadar hızlı sinirlendiğimiz.
Duygular, bastırıldığında birikir. Tıpkı suyun bir kabı taşırması gibi, içimizde biriktirdiğimiz öfke, bir gün olmadık bir yerde taşar. Günümüz toplumunda duygular ifade edilmek yerine ya bastırılıyor ya da doğrudan saldırgan bir şekilde dışa vuruluyor. Orta yolu unuttuk: konuşmayı, anlamayı, durup düşünmeyi...
Öfke, çoğu zaman acının maskesidir. İnsan, en çok canı yandığında bağırır. Bu yüzden öfkelenen biri görürsen, önce şunu sor: Bu kişinin canı nerede yanmış olabilir?
Duygular, bastırıldığında birikir. Tıpkı suyun bir kabı taşırması gibi, içimizde biriktirdiğimiz öfke, bir gün olmadık bir yerde taşar. Günümüz toplumunda duygular ifade edilmek yerine ya bastırılıyor ya da doğrudan saldırgan bir şekilde dışa vuruluyor. Orta yolu unuttuk: konuşmayı, anlamayı, durup düşünmeyi...
Öfke, çoğu zaman acının maskesidir. İnsan, en çok canı yandığında bağırır. Bu yüzden öfkelenen biri görürsen, önce şunu sor: Bu kişinin canı nerede yanmış olabilir?

Anksiyete: İsmini Koyamadığımız Sıkıntı
İnsan bazen bir ağırlıkla uyanır. Ne tam neşesizdir, ne de açıkça mutsuz. İçini kemiren ama adını koyamadığı bir şey vardır. İşte bu his, anksiyetenin ta kendisidir. Sadece psikolojik değil; bedensel bir dil de konuşur: kalp çarpıntısı, nefes darlığı, mide sıkışması…
Anksiyete, geleceğe dair belirsiz korkuların bugüne taşmasıdır. Ama çoğu zaman somut bir nedeni yoktur. O yüzden de insan kendini “anlamsız” bir tedirginlik içinde bulur. Bu “anlamsızlık” hissi, aslında zihnin bir işareti olabilir: dur, fark et, değiştir. Çünkü anksiyete çoğu zaman bastırdığımız duyguların, görmezden geldiğimiz ihtiyaçların haykırışıdır.
Modern yaşamın hızında bu sesi susturmak kolay: yeni bir dizi, bir kahve, biraz sosyal medya… Ama asıl soru şu: Gerçekten iyi miyiz, yoksa sadece oyalıyor muyuz kendimizi?
Anksiyete, geleceğe dair belirsiz korkuların bugüne taşmasıdır. Ama çoğu zaman somut bir nedeni yoktur. O yüzden de insan kendini “anlamsız” bir tedirginlik içinde bulur. Bu “anlamsızlık” hissi, aslında zihnin bir işareti olabilir: dur, fark et, değiştir. Çünkü anksiyete çoğu zaman bastırdığımız duyguların, görmezden geldiğimiz ihtiyaçların haykırışıdır.
Modern yaşamın hızında bu sesi susturmak kolay: yeni bir dizi, bir kahve, biraz sosyal medya… Ama asıl soru şu: Gerçekten iyi miyiz, yoksa sadece oyalıyor muyuz kendimizi?

Yorgun Değil, Tükenmiş: Burnout Üzerine Notlar
Yorgunluk geçer, tükenmişlik geçmez. Yorgun insan biraz dinlenince kendine gelir; ama tükenmiş insan, dinlenmekten bile yorulur. Burnout, artık sadece iş dünyasının değil, hayatın da ortak dili. Sürekli verimli olma baskısı, başarıya endeksli ilişkiler, durduğunda bile suçluluk hissettiren bir tempo…
Burnout, yalnızca fiziksel bir bitkinlik değildir. “Neden yapıyorum?” sorusunun cevabını kaybetmek, anlamın yerine görev bilinciyle hareket etmek… İnsan makine değildir, ama makineler gibi yaşamaya zorlanınca yanar. Sessizce.
Tükenmişliği aşmak için daha çok çaba değil, daha çok farkındalık gerekir. Bazen üretmemek de bir eylemdir. Bazen hiçbir şey yapmamak, hayatta kalmanın en dürüst yoludur.
Burnout, yalnızca fiziksel bir bitkinlik değildir. “Neden yapıyorum?” sorusunun cevabını kaybetmek, anlamın yerine görev bilinciyle hareket etmek… İnsan makine değildir, ama makineler gibi yaşamaya zorlanınca yanar. Sessizce.
Tükenmişliği aşmak için daha çok çaba değil, daha çok farkındalık gerekir. Bazen üretmemek de bir eylemdir. Bazen hiçbir şey yapmamak, hayatta kalmanın en dürüst yoludur.

Bilinç ve Bilinçdışının Arasındaki İnce Çizgi
Zihin sessizdir, ama hiçbir zaman gerçekten sessiz değildir. Bilinçle düşündüğümüzü sanırız; ama kararlarımızın, arzularımızın, korkularımızın çoğu, farkında bile olmadığımız bir karanlıktan yükselir. Freud bu karanlığa “bilinçdışı” dediğinde, bir dönemi değil, insanı anlamanın yeni bir yolunu başlatıyordu.
Gün içinde verdiğimiz küçük kararlar, bazı kelimeleri yanlışlıkla söyleyişimiz, bir rüyayı sabah hatırlayamayışımız… Bunların her biri aslında içimizde bastırdıklarımızın izlerini taşır. Bilinçdışı, bastırılan arzuların mezarlığı değil; tam aksine, onların fısıltıyla konuştuğu bir odaya benzer. Ve bu odadan gelen sesler, ne kadar görmezden gelsek de bizi yönlendirir. Kimi zaman bir kararsızlıkta, kimi zaman sebepsiz bir huzursuzlukta çıkar karşımıza.
Zihin, bir ev gibidir. Üst katında yaşarız ama alt katta neler olduğunu bilmeden.
Gün içinde verdiğimiz küçük kararlar, bazı kelimeleri yanlışlıkla söyleyişimiz, bir rüyayı sabah hatırlayamayışımız… Bunların her biri aslında içimizde bastırdıklarımızın izlerini taşır. Bilinçdışı, bastırılan arzuların mezarlığı değil; tam aksine, onların fısıltıyla konuştuğu bir odaya benzer. Ve bu odadan gelen sesler, ne kadar görmezden gelsek de bizi yönlendirir. Kimi zaman bir kararsızlıkta, kimi zaman sebepsiz bir huzursuzlukta çıkar karşımıza.
Zihin, bir ev gibidir. Üst katında yaşarız ama alt katta neler olduğunu bilmeden.

SANAT MIDIR ?

Çizgi Romanlar Sanat Mıdır?
Çizgi Romanlar Sanat mıdır? Hadi Bu Süper Gücü Birlikte İnceleyelim!
Çizgi roman dendiğinde akla genellikle renkli kareler, pat diye çıkan “BAM!” ve “POW!” baloncukları gelir. “Sanat mı?” diye sorduğunuzda ise birileri hala “O sadece çocukların eğlencesi” der. Ama çizgi romanlar, aslında sanatı pat diye yakalamış süper kahramanlar gibidir.
Neden mi? Çünkü çizgi roman, çizgi ve kelimelerin bir araya gelerek hikaye anlatma sanatıdır. Bir tablo gibi bakarsanız, her karede renk, ışık ve gölge ustalıkla kullanılır. Ama üzerine metinler eklenince, klasik bir resimden çok daha fazlasına dönüşür; edebiyatla, sinemayla, hatta tiyatroyla harmanlanmış benzersiz bir anlatım biçimine.
Üstelik çizgi roman sadece “örümcek adam sokakta uçuyor”dan ibaret değil. “Maus” ile Holokost’u, “Persepolis” ile İran Devrimi’ni, “Sandman” ile mitoloji ve felsefeyi sayfalar arasında keşfedebilirsiniz. Yani çizgi roman, hem görsel hem entelektüel bir şölen.
Bu yüzden çizgi romanlara sadece çocuk işi demek, Mona Lisa’ya “Sadece bir portre” demek gibi olur. İkisi de kendi tarzında evrensel ve zamansız.
Sonuç: Çizgi romanlar sanat mıdır? Kesinlikle! Hem de en yaratıcı, en dinamik ve en renkli haliyle.
Çizgi roman dendiğinde akla genellikle renkli kareler, pat diye çıkan “BAM!” ve “POW!” baloncukları gelir. “Sanat mı?” diye sorduğunuzda ise birileri hala “O sadece çocukların eğlencesi” der. Ama çizgi romanlar, aslında sanatı pat diye yakalamış süper kahramanlar gibidir.
Neden mi? Çünkü çizgi roman, çizgi ve kelimelerin bir araya gelerek hikaye anlatma sanatıdır. Bir tablo gibi bakarsanız, her karede renk, ışık ve gölge ustalıkla kullanılır. Ama üzerine metinler eklenince, klasik bir resimden çok daha fazlasına dönüşür; edebiyatla, sinemayla, hatta tiyatroyla harmanlanmış benzersiz bir anlatım biçimine.
Üstelik çizgi roman sadece “örümcek adam sokakta uçuyor”dan ibaret değil. “Maus” ile Holokost’u, “Persepolis” ile İran Devrimi’ni, “Sandman” ile mitoloji ve felsefeyi sayfalar arasında keşfedebilirsiniz. Yani çizgi roman, hem görsel hem entelektüel bir şölen.
Bu yüzden çizgi romanlara sadece çocuk işi demek, Mona Lisa’ya “Sadece bir portre” demek gibi olur. İkisi de kendi tarzında evrensel ve zamansız.
Sonuç: Çizgi romanlar sanat mıdır? Kesinlikle! Hem de en yaratıcı, en dinamik ve en renkli haliyle.

Oyunlar Sanat Mıdır?
Oyun dediğimizde hâlâ “Sadece eğlence” ya da “Çocukların vakit geçirme şekli” diyenler var. Ama durun bakalım! Oyunlar, aslında modern dünyanın en şaşırtıcı ve karmaşık sanat biçimlerinden biri olabilir.
Neden mi? Çünkü oyunlar, sadece grafik ve ses efektlerinden ibaret değil. İçinde hikaye anlatımı, karakter tasarımı, müzik, görsel sanat, hatta bazen felsefe ve psikoloji saklı. Tıpkı sinema ya da edebiyat gibi, oyuncuyu içine çeken bir deneyim yaratıyorlar.
Mesela “The Last of Us” gibi oyunlar, bize insanın doğası ve kayıplarla yüzleşmesini öyle güçlü anlatır ki, bir roman ya da filmden farksızdır. “Journey” gibi oyunlar ise sadece görselliğiyle bile sanat galerilerinde yer bulur.
Yani oyunlar sadece “Ekrana bas, puan topla” değil; yaratıcı birer ifade biçimi, sanatçıların yeni dünyasıdır. Hem de interaktif olanı.
Kısaca; oyunlar sanat mıdır? Kesinlikle evet! Hem de joystick’i elinize aldığınız anda, sanatın kontrolünü sizde tutan eşsiz bir tür.
Neden mi? Çünkü oyunlar, sadece grafik ve ses efektlerinden ibaret değil. İçinde hikaye anlatımı, karakter tasarımı, müzik, görsel sanat, hatta bazen felsefe ve psikoloji saklı. Tıpkı sinema ya da edebiyat gibi, oyuncuyu içine çeken bir deneyim yaratıyorlar.
Mesela “The Last of Us” gibi oyunlar, bize insanın doğası ve kayıplarla yüzleşmesini öyle güçlü anlatır ki, bir roman ya da filmden farksızdır. “Journey” gibi oyunlar ise sadece görselliğiyle bile sanat galerilerinde yer bulur.
Yani oyunlar sadece “Ekrana bas, puan topla” değil; yaratıcı birer ifade biçimi, sanatçıların yeni dünyasıdır. Hem de interaktif olanı.
Kısaca; oyunlar sanat mıdır? Kesinlikle evet! Hem de joystick’i elinize aldığınız anda, sanatın kontrolünü sizde tutan eşsiz bir tür.

NFT Sanat Mıdır?
NFT’ler, yani “Dijital Sertifikalı Görseller,” sanat mı yoksa sadece dijital balon mu, tartışması hiç bitmiyor. Birçok kişi, “Bir JPEG’e milyonlar veriliyor, tamamdır!” deyip şüpheyle bakıyor. Çünkü sanat sadece sertifikadan, fiyat etiketi ya da blok zincirinden ibaret değil.
Sanat, ruhu, emeği ve kalıcı bir anlamı olan şeydir. NFT’ler ise çoğunlukla yatırım aracı, koleksiyon oyunu ya da bazen “Bir tweet’e nasıl milyonlar verilir?” sorusuna cevap arayışıdır. Yani NFT’ler her ne kadar dijital dünyaya renk kattıysa da, sanat mı oldukları hala büyük bir muamma.
Kısacası, NFT sanat mı? Bence henüz değil, ama dijital dünyada yeni bir oyun alanı ve belki de sanatın geleceği olabilir... ya da sadece yeni bir dijital kapışma.
Sanat, ruhu, emeği ve kalıcı bir anlamı olan şeydir. NFT’ler ise çoğunlukla yatırım aracı, koleksiyon oyunu ya da bazen “Bir tweet’e nasıl milyonlar verilir?” sorusuna cevap arayışıdır. Yani NFT’ler her ne kadar dijital dünyaya renk kattıysa da, sanat mı oldukları hala büyük bir muamma.
Kısacası, NFT sanat mı? Bence henüz değil, ama dijital dünyada yeni bir oyun alanı ve belki de sanatın geleceği olabilir... ya da sadece yeni bir dijital kapışma.

SON YAZILAR


NOKTA
Kimi zaman anlaşılmasını istediğim, hislerimi bağırdığım, yaşantımı anlattığım, duygularımı döktüğüm ve fikirlerimin bir anahtar görevi...
Talha Sever
21 Nis2 dakikada okunur


MİSAFİR VE EV SAHİBİ
Hayat hayatın üstüne bindiğinde, iplerin kancaları etten ete takıldığında gözlerin ayaklardan gözlere değdiğinde misafirsin. Bir hayatta...
Talha Sever
21 Nis2 dakikada okunur


NEFES
Günde kaç kere alıyoruz binlerce mi yoksa on binlerce mi? İnanın kaç kere aldığımla ilgilenmiyorum. İlgilendiğim tek şey aldığım nefesi...
Talha Sever
21 Nis2 dakikada okunur


MUTLULUK
Mutlu olmak sandığımız kadar iyi midir? Sürekliliği asla olmayan ve bir kez mutlu olduğunda bile seni bağımlı yapan o duygu bir insana ne...
Talha Sever
21 Nis2 dakikada okunur


SORUNLAR
Kalbimde bıraktığı acılar, ruhumda açtığı yaralar, suratımdaki gülüşün silinmesi ve beynimi derin düşüncelerle meşgul etmesi. Kimi zaman...
Talha Sever
21 Nis1 dakikada okunur
Kültür | Sanat | Edebiyat | Moda
UĞULTU
Uğultu, kültür, sanat, edebiyat ve moda üzerine yoğunlaşan bir dergidir. Her sayımızda, okuyucularımıza ilham verecek zengin içerikler sunmayı hedefliyoruz. Kültürel derinliklerimizi keşfederken, sanatsal yaratıcılığımızı ve edebi zenginliklerimizi profesyonel bir perspektifle paylaşmaktayız. Modanın dinamikleriyle entegre olan bu yolculukta, okuyucularımızı aramızda görmekten büyük mutluluk duyuyoruz.
UĞULTU'YA KATIL
bottom of page